AİDİN Hanım’la 2005 yılında 18 Kasım Cumartesi sabahı çok erken sayılabilecek bir saatte Ataşehir’deki evinde tanışma şerefine nail olmuştuk eşimle birlikte. Oysa Müslüman birinin gününün sabah namazı ile başladığını hesaba katarsak bu cümleyi biraz çekinerek kurmamız gerekirdi.
Yine saat modern şehir ahalisinin henüz güne başlamadığı bir saatti. Bir rüyadan ete kemiğe bürünüp de çıkıp gelmiş gibiydi. Başka bir âlemden geliyor sanırdınız ilk gördüğünüzde.
Zaten o güne kadar gördük ki âlemlerimiz farklıymış da. Dünya denilen âlemde hayatımızı idame ettirmemize, kendimizi Müslüman olarak adlandırmamıza rağmen âlemlerimiz farklıymış Aydın Hanım’la.
Biz “canın çektiği cana şifadır” fetvasınca nefsimizi köreltmeyi marifet sayarken, Aydın Hanım “nefsin azgınlığına dikkat çeken” bir âlemden konuşuyordu. Üstelik Fahr –i Âlem Efendimizin “şifa az yemekte, az uyumakta, az konuşmakta” tavsiyesini bildiğimizi sanırken farklıydı âlemlerimiz.
Kızımız Fatma Begüm Saba’yı muayene ettikten sonra kırık bir Türkçe ile “Bu çocuğa eziyet etmişsiniz. İşkence etmişsiniz çocuğa. Sizin hiç insafınız yok mu?” diye ebeveyne yüklenmeyle başlayan bir hekime bir başka âlemden geliyor gibiydi
Hele kullandığımız ilaçları öğrendikten sonra bize karşı hekim sertliğini devam ettirdi. Çünkü kullandığımız ilaçlar arasında rivotril gibi özel reçete ile verilen çok ağır bir uyuşturucu, frisium gibi henüz Türkiye’ye girişi serbest olmayan bir ilacın yanı sıra kortizon içeren bir başka ilaç da vardı.
Biz de saf saf bu ilaçları pediatrik nöroloji ana bilim dalı başkanı bir Profesörün verdiğini söyleyerek kendimizi savunmaya çalıştık.
Oysa bizim temel hatamızın modern tıbba iman olduğunu öyle bir üslupla söyledi ve izah etti ki, Aydın Hanım’a tedavi için hemen teslim bayrağını çektik.
Oysa bu tercih tamamen farklı bir âleme adım atmak anlamına geliyordu.
Bu tercih aynı zamanda tedavi konusunda paradigma değiştirmek anlamına geliyordu.
BİZE DERS VERDİ
Kızımız dört yıldır tedavi görüyordu ve “umut kalacağına emek kalsın” diyerek duyduğumuz her farklı tedavi ihtimalini değerlendiriyorduk. Modern tıpta ise tedaviye Doçentle başlamış, bölüm başkanı bir Profesörle tedaviyi devam ettiriyorduk.
Hem modern mensubu doktorlar, hem de geleneksel tıp mensubu şifacılarla tedavi görüşmelerinde bendeki intiba şu idi: “Bu kapıda tedavi gözükmüyor.”
Aydın Hanım’ı o rüyadan çıkmış haliyle, başka bir âlemden gelmiş haliyle gördüğüm anda “İşte şifa nasipse eğer, kapı bu kapı” demiştim.
Kullandığımız ilaçları öğrendikten sonra meseleye başlangıç bilgilerinden girdi Aydın Hanım.
Neydi başlangıç bilgileri?
Belki şunlar: “Biz insanı mükemmel olarak yarattık” diyor bizi yaratan ve bizi Müslüman olarak adlandıran varlık.
Her adlandırmanın, her tanımlamanın aynı zamanda bir sınırlandırma olduğunu hatırlarsak, bizim Müslüman olarak adlandırılmamız, bu cümlenin de içinde yer aldığı kitabı kabul etmemizi, o kitabın içindekilerin yanlışlanamaz doğrular içerdiğini dahi benimsememizi şart koşar.
Artık konuştuğumuz dünya inanç dünyasıdır, davranışlarımızı belirlemesi gereken inancın içerdikleridir.
İnsanın mükemmel olarak yaratıldığı yanlışlanamaz bir doğru olduğuna göre, o zaman bu hastalık dediğimiz illetler de neyin nesi oluyor? İnsanın başına mazarrat olan bu hastalıklar, hele de doğuştan gelen emraz ile bu cümle bir çelişki oluşturmuyor mu?
Bir dilemma söz konusu değil mi burada?
Yüzeysel ve maddi dünyayı merkez olarak alıp muhakeme geliştirdiğinde hem çelişki var hem de dilemma. Sözünü ettiğimiz doğru yanlışlanamaz bir doğru olduğuna göre (ki inanç buna iman etmeyi gerektirir), bizi yaratan ve bizi Müslüman olarak adlandıran Rabbimiz de yalan söylemeyeceğine göre, sorun nerede?
Mesele gördüğünüz gibi tamamlanamadı.
Devam edeceğiz meseleye.
Ali Sali
Kaynak: facebook.com