Çok değil, yarım asır önceki düşünce hayatımı şaşkınlık içinde anıyorum.
Ben totaliter Sovyet devletinin özgür bir vatandaşı olarak istediğimi söyleyebiliyor, istediğimi yazabiliyordum. Serbest ellerimle kölelik hakkında yazardım. Yakın arkadaşımın köleliğini, akrabamın köleliğini, sevgili halkımın köleliğini anlatıyordum. Şiirlerimde onlara “Neden silah almıyorsun eline, neden korkuyorsun ölümden?” diye bağırıyordum. Bağıriyordum, çünkü onların da benim yaşadığım özgürlüğü yaşamalarını şiddetle istiyordum.
Fakat bir teselli vardı. Garip bir tatmin, geleceğe olan inanç gibi bir duygu beni bırakmıyordu.
Her ne kadar kıtalar, sonra ülkeler, sonra şehirler birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olsalar da, Berlin Duvarı ile birbirlerinden izole edilmiş olsalar da, bu kıtaların, bu ülkelerin sosyal koşullarının birbirine taban tabana zıt olmasına rağmen, oralarda yaşayan aydınlar la inanılmaz bir fikirdaşlık, hatta derttalşlık vardı.
1976 yılında Kuzey Amerika’da yaşayan Ernest Hemingway’in doğumunun 75. yılı münasebetiyle “Gulistan” dergisinde bir yazı yayınlamıştım. Bu yazıyı okuduktan sonra kimse yanıma gelip “Bu Amerikalı bizim mahalle yazarımız miydi ki onu bu kadar övüyorsun” demedi. Nitekim makalede, Hemingway’in hayatı ve eserleri bizim yazarımız gibi garip bir hassasiyet le analiz edilmişti. Ardından beş yıl sonra aynı yazarın 80. yıl dönümüne ithafen bir makale daha yayınladım. Hatta bu Amerikan “mahallesi”nde ikamet eden bu yazarın büyüklüğünü abartmak için Özbekistan “mahallesi”nden olan komunist yazar Hamid Gulam’ın “Ben Özbek milletinin babasıyım” şeklindeki açıklamasiyle alay etmekten çekinmemiştim.
Kısacası Amerika ve Asya kıtalarının edebiyatlarını tek bir kültürel alan olarak ele alıyorduk.
Daha doğrusu totaliter bir devlette yaşadık ve totaliter edebiyatın topraklarında hareket ettik. Walt Whitman veya Ernest Hemingway’i okumak için İngilizce bilmenize gerek yoktu, eserleri sürekli olarak çok iyi bildiğimiz Rusça da basılıyordu ve edebiyatın zihinlerimiz üzerindeki totaliter gücü mutlaktı.
Özbek edebiyati eleştirmenleri yazdığımız şiirin şeklinden saçımızın uzunluğuna kadar her şeyi tahlil ediyordu. “Bu kuşakta Batı’nın etkisi çok büyük, Batı’nın taklidi var” diye haykırıyordu onlar. Biz ise onlara “Özbek edebiyatında taklit edilecek kimse olmadığına göre Batı’yı taklit edeceğiz tabi” diyorduk
Evet, bu “taklit çağı”nda sadece saçlarımız değil, zihnimiz de uzadı.
Bendeniz 1971-72 yıllarında, üniversite öğrencisiyken, Franz Kafka’nın (“Ceza Kolonisinda”eserini tercüme etmiştim. Tabii 70’lerin başında kimse bu çevirileri yayınlamadı. Ben de bunları yayınlanmak için değil tercüme etmek üzere tercüme etmiştim zaten. Totaliter edebiyatın sanatsal süreç içinde yaşama tutkusu, kozmik enerjisi beni bu tuhaf etkinliğe sürükledi.
Vladimir Lenin Üniversitesi’nin (1970-1975) Gazetecilik Fakültesi’nde geçirdiğim yıllar bana benzeri görülmemiş bir özgürlük verdi. Derslere nadiren giderdim, seminere hazırlanmazdım ama cömert öğretmenler beni dersten derse atlarlardı. Beni bu yol ayrımında tutan şey Üniversitenin kraliyet kütüphanesiydi. Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Franz Kafka ve diğerleri o kütüphane raflarında beni bekliyordu. Bunlar totaliter edebiyatın komutanlarıydı. Zihinlerin savaşını yönetenler onlardı.
Bu eserler özgürlük özlemini çağrıştıran eserlerdi.
En depresif ve karamsar görünen Kafka’nın en karanlık metinlerinde bile özgürlük özleminin bir parıltısı vardı.
Biz – totaliter bir devletin vatandaşları – profesyonel anlamda özgürlüğü özleyen bireylerdik. .
Eğer eserlerimizden herhangi biri günümüze ulaşmışsa, bu onların içinde saklı olan özgürlük özlemindendir. Mezkür özlem bu eserlerin hala atan kalbidir.
Özgürlük özlemi.
Totaliter özlem.